16 Haziran 2016 Perşembe

Yalnızlık Senfonisi


"Anladım, sonu yok yalnızlığın,
Her gün çoğalacak..."
       
         Gerçekten mi? Yoksa yalnızca bir şarkı sözü mü bu? Yoksa yalnızlığa son vermek insanın kendi elinde mi?
         Bugün bir öğrencinin drama sınavında yazdığı metni okudu öğretmen arkadaşım. Orhan Veli 'nin "Kuşlar Yalan Söyler" adlı şiiri üzerine bir deneme. Dinleyince, genelde agresif olan bu öğrencimizin meğerse karşı cins ilişkileri ile ilgili yaralalarının olduğunu anladım. Zaten içinde mutsuz olduğunu tahmin ediyordum; bütün o öfkeli tepkiler belli ki bir tatminsizliğin dışavurumu idi. Ama konunun "kuşlar" olabileceğini düşünmedim açıkçası. Belli ki çok yalan söylenmiş kendisine. Çok aldatılmış. Her güvenmek istediğinde bir yalanla karşılaşmış. Bu da yalnızlığa itmiş onu. Ve kuşlara inanası kalmamış. Yine de yalan söylemeyecek bir serçeyi beklemeye devam edeceğini yazmış.

İnanma ceketim, inanma
Kuşların söylediklerine
Benim mahrem-i esrarım sensin. 

İnanma, kuşlar bu yalanı 
Her bahar söyler. 
İnanma ceketim, inanma. 

                         O.Veli Kanık

     Yani umudu var çocuğun. Her şeye rağmen yalnızlığa hapsetmiyor kendini. Ceketini alıp gitmiyor. Acaba bu mudur gereken, oturup Yalnızlık Senfonisi söylemek yerine?


20 Nisan 2016 Çarşamba

Denizli Anılarım

               
          Ben Denizliliyim..Şu anda Ege Bölgesinin en büyük ikinci şehri olan Denizli eskiden şimdikinden çok farklıydı. Bu kadar gelişmemişti henüz, dolayısıyla nüfusu da azdı. Belki ondan dolayı köy gibi gelirdi bana. Küçükken neredeyse her yaz tatilinde giderdik ve her defasında, bir süre geçtikten sonra "Ne zaman İstanbul'a dönüyoruz?" demeye başlardım:) Denizliye tahammül etmemi sağlayan bir neden vardı ama: hep rahmetli dayımın evinde kalırdık gittiğimizde.Aynı zamanda halamın da eviydi bu ev.Dayım ve halam evliydi çünkü:) Orayı hep ayrı bir yerde tutardım,farklı görürdüm diğerlerinden. Çünkü Anadoludan ziyade, Avrupai bir havası vardı evin. Bunun da bir nedeni vardı tabii. Dayım bir süre (seksenlerin başından sonlarına kadar) Almanyada Türk okullarında öğretmenlik yapmıştı. Dolayısıyla zamanının çoğu orada geçiyor, Türkiyeye ise tatillerde geliyordu. Sonuç olarak evde dayımın getirmiş olduğu, Almanyaya dair, orayı hatırlatan çok şey vardı. Bir radyo, müzik seti, Schauma şampuan (çok kaliteli bir şampuandı,Türkiyede yoktu), Nutella ve o sıralarda henüz Türkiyede olmayan ince plastikten Coca Cola bardakları..Ya da mutfak fayansına yapıştırılmış, üzerinde Almanca yazılar olan bir etiket..Bunlar sanki beraberinde o ülkenin enerjisini de getirmişti eve. Gerçi dayım da oranın etkisini almış olmasının yanı sıra, zaten çağdaş bir insandı. Kuzenlerim de onun gibiydi, o yüzden bu evde bulunduğumuz süre içinde nispeten iyi vakit geçirirdim.(Bu arada bu yazıyı okuma olasılığı bulunan diğer akrabalarım alınmasınlar,hepsinin yeri ayrıdır benim için).
              Denizli denince aklıma gelenlerden biri de uzun tren yolculukları..Nasıl unutulabilir ki? Hep trenle giderdik Denizliye çünkü yol uzundu ve trenin yataklı vagonunda uyuyarak gitme şansımız vardı. Haydarpaşa'dan akşam 5 gibi binip, 13-14 saat süren yolculuk sonunda 8-9 gibi Denizliye varırdık. Trenle ilgili hatırladıklarım ise kendine has kokusu, kompartımanlar, bindikten sonra yanımızda getirdiklerimizle eğlenceli yeme-içme faslı, gece olunca görevlinin yastık ve çarşafları getirmesi, kuşetlerin açılması ve yatakların yapılması, yattıktan sonra ray sesleri ve sallantıdan dolayı bir süre uyuyamamam, sabaha doğru gün aydınlanırken kapı tarafında olan yastığımı pencere tarafına koyup hem güneşin doğuşunu,hem de geçtiğimiz yerleri izlemem..Sonra Denizliye gelişimiz ve dayımın bizi karşılaması. Bavullarımızı alıp arabaya taşıması ve eve gitmemiz..Yeniden yaşamış gibi oldum şimdi bile. O kadar güzel izler bırakmış ki tüm bunlar, silinmesi çok zor.
          Bir de Darıveren'i yazmazsam olmaz.Dedem ve anneannemin yaşadığı, Acıpayam ilçesine bağlı şirin kasabaydı Darıveren. Şimdi belde olmuş sanırım.Denizli faslının bir bölümü burada geçerdi. İlginç ama burayı severdim, tam kırsal yaşam olmasına rağmen. Otantikliği hoşuma gidiyordu galiba. İki katlı bir evdi burası. Orijinal bir açılma şekli olan büyük ahşap kapıdan avluya giriliyordu.Yine ahşap bir merdivenle yukarı çıkılıyordu.Evin giriş katında içinde ocak olan bir oda vardı.Buraya gelişimizi Kurban Bayramına denk getirirdik çünkü akrabalar herkes bu evde toplanır, etler o ocakta pişer ve birlikte yerdik.O curcuna çok keyifli olurdu zaten.Bu evle ilgili anılarım da alt kattaki musluktan su içmem, bahçede zerdali (küçük bir kayısı türü ama inanılmaz lezzetli) yememiz, dedemin kuzenlerimle bize Zafer gazozu (Denizlinin ünlü gazozu.Tadı çok güzeldir.Keşke İstanbulda da olsa.) içirmesi, anneannemin ocak ateşinde pişirdiği gözlemeler, naylon torba içindeki finger bisküviler ( o zaman bisküvilerin tadı daha bir güzeldi), büyüklerin gece geç saate kadar süren Okey oyunları ( bu arada Okeyi de Denizlide öğrendim.Çok popülerdi o zamanlar), yer yatakları, bir de yaz olmasına rağmen gece yorganla yatmamız :) Evet biraz yayla havası vardı burada ve geceleri serin oluyordu. (Denizlide öyle değildi ama. Bazen pike bile örtülmüyordu orada sıcaktan.) Darıverende bir de "musandıra" denen bir yer vardı. Bu yer oturma odasının içinde ayrı bir bölümdü. İçinde yorgan-yatak gibi şeyler vardı. Biz çocuklarınsa en büyük zevki musandıranın içine girip orada oynamaktı. Orayı o kadar özel bir yer olarak görürdük ki, inanılmaz mutlu hissederdik kendimizi, çok eğlenirdik. Bazen eve misafir gelirdi ve onun içinde gizlenirdik biz de, orada olduğumuzun anlaşılmadığını düşünerek:) Çocukken çok daha renkli, çok daha "film tadında" oluyor her şey.
           İyi ki yaşamışım diyorum tüm bunları.İyi ki yazları Denizliye, Darıverene gitmişiz.Uzun süre kalmışız.Yıllar sonra ilk öğretmenlik atamam ile Isparta'nın Senirkent ilçesine gidip iki gün içinde bu küçücük yere uyum sağlamamda bu deneyimlerimin çok katkısı olduğuna inanıyorum. Öyle ki, Senirkent de kırsal özelliğe sahip bir yerdi ve sonuçta "Anadoluydu". Yaşamı sadece İstanbul şehir merkezinde geçmiş biri olsaydım zorlanabilirdim belki, ya da en azından daha fazla zaman gerekirdi alışmak için.
           Neyse,bugün oldukça uzun bir yazı oldu ama nedenini bilmediğim şekilde memleketimi ve onunla ilgili anılarımı anlatmak istedim. Şimdi dayım,dedem ve anneannem artık yok ama yaşattıkları anılar ve enerjileri hep var olacak. Sevgimle...



Tanrım bana kitap dolu bir evle çiçek dolu bir bahçe ver.
                                                          Konfüçyüs

10 Nisan 2016 Pazar

Aşk İki Kişiliktir



Değişir yönü rüzgarın
Solar ansızın yapraklar;
Şaşırır yolunu denizde gemi
Boşuna bir liman arar;
Gülüşü bir yabancının
Çalmıştır senden sevdiğini;
İçinde biriken zehir
Sadece kendini öldürecektir;
Ölümdür yaşanan tek başına,
Aşk iki kişiliktir.

Bir anı bile kalmamıştır
Geceler boyu sevişmelerden;
Binlerce yıl uzaklardadır
Binlerce kez dokunduğun ten;
Yazabileceğin şiirler
Çoktan yazılıp bitmiştir;
Ölümdür yaşanan tek başına,
Aşk iki kişiliktir.

Avutamaz olur artık
Seni, sevdiğin şarkılar;
Boşanır keder zincirlerinden
Sular tersin tersin akar;
Bir hançer gibi çeksen de sevgini
Onu ancak öldürmeye yarar:
Uçarı kuşu sevdanın
Alıp başını gitmiştir;
Ölümdür yaşanan tek başına,
Aşk iki kişiliktir.

Yitik bir ezgisin sadece,
Tüketilmiş ve düşmüş gözden;
Düşlerinde bir çocuk hıçkırır
Gece camlara sürtünürken;
Çünkü hiçbir kelebek
Tek başına yaşamaz sevdasını,
Severken hiç bir böcek
Hiç bir kuş yalnız değildir;
Ölümdür yaşanan tek başına,
Aşk iki kişiliktir.



                                      Ataol Behramoğlu


27 Mart 2016 Pazar

Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var


   Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
   Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
   Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
   Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği

   İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
   Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
   Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
   Kopmaz kökler salmaktır oraya

   Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
   Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
   Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
   Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin

   İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
   Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına

   İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
   Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına

   Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
   Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
   Değişmemelisin hiç bir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
   Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın

   Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
   Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
   Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
   Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı

   Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
   Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara,göğe,bütün evrene karışırcasına
   Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
   Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana.


                                   Ataol Behramoğlu




Bugün sadece bu şiiri paylaşmak istedim. Sevgiler.. 





23 Mart 2016 Çarşamba

Ay Tutulması

     
        Bugün 23 Mart 2016. Önemli bir gün, çünkü astrologlarin dediğine göre, gerçekleşen ay tutulması ile bir dönem bir daha geri gelmemek üzere kapandı ve yepyeni bir döneme giriş yaptık. Kimi farkındaydı, kimi değildi. Peki ben neler hissettim? Neler yaptım? 

             Konu ile ilgili önceden çok yazı, makale okuduğum için tutulmanın neler getireceğine dair bilgi sahibiydim. Daha adil, iyilerin kazanacağı bir dönem olacakmış. Buna sevindim :) Ayrıca ekilenlerin biçileceği söyleniyordu. Bu da güzel. Ben de dört saat kadar süren tutulma esnasında olabildiğince olumlu düşünmeye çalıştım. Dua ettim. Geçmişin ufak bir analizini yaptım kendimce. Ne kadar değiştiğimi, olgunlaştığımı düşündüm. Buna olumlu-olumsuz katkısı olan olay ve kişilere teşekkür ettim içimden. Geleceğe baktım sonra. Sahip olduğum eşsiz deneyimle neleri başarabilecegimi hayal ettim, bu konuda planlar yaptım. Yaşamla daha barışık olduğumu gördüm tüm olumsuzluklara rağmen. Bir değişim, dönüşüm safhasında olduğumuzun farkındalığı ile her şeyi kabullendim. Kendi adıma hem kariyerim, hem özel yaşamım için yeni adımlar atma konusundaki niyetimi tekrarladım. Tabii ki ülkeyi de unutmadım, o da vardı aklımda, duamda. Dönüşümün gereği olan ve "kötü" olarak nitelendirdiğimiz terör eylemleri gibi olayları,  gerçekleşse bile en az zararla atlatabilmemizi istedim. Bu arada, şu anda ne yaşıyorsak yaşayalım, elbet daha iyiye götürecek bizi. Buna hepimiz inanalım. 

         Yaşam kitabındaki yeni bölüm,  hoşgeldin..






İlk adımınızı inançla atın. Tüm merdiveni görmek zorunda değilsiniz, yeter ki siz ilk adımı atın.

Martin Luther King




6 Mart 2016 Pazar

!f ISTANBUL İzlenimleri 3

          
          Ve efendim, veda ettik festivale, seneye tekrar görüşmeyi umarak. Sinema salonunda alışılmışın dışında işler görmek çok başka. Yaşamak şart. Henüz deneyimlememiş olanlara şiddetle tavsiye edilir. Bugün, izlediğim son beş filmden ikisini paylaşayım. Arkası yarın ;)

         
         1. Cobain: Kahrolası Montaj (Cobain: Montage of Heck)




           Söz konusu yapım diğerlerine göre daha uzun (132 dk.) ama zamanı size fark ettirmeyen bir belgesel. Harcadığınız vakte değiyor, özellikle benim gibi Kurt Cobain'in özelini merak edenler için. Çok şey öğreniyorsunuz; küçükken ne kadar tatlı ve zeki bir ufaklık olduğunu mesela, anne-baba boşandıktan ve her ikisi de yeniden evlendikten sonra neredeyse istenmeyen çocuk haline geldiğini, kabuğuna çekilip kendini müziğe ve sonrasında uyuşturucuya verdiğini, Courtney Love ile ilişkisini, bebeği doğduğunda vücudunun uyuşturucu madde ile dolu olduğunu (annesi hamileyken kullanmaya devam ettiği için), çok eşli biriymiş izlenimini vermesine rağmen aslında karısından çok daha tek eşli olduğunu. Önceden olumsuz önyargıları olanlar bile bu belgeseli izledikten sonra fikir değiştirir, o kadar net. Çünkü yine çoğu zaman olduğu gibi aynı şeyi görüyorsunuz; bir insanı oluşturan öncelikle ailesi. Anne ve baba figürleri, ve onların size verdiği sevgi ve ilgi düzeyi. Örneğin babası dalga geçiyormuş küçükken Kurt ile, hiperaktif bir çocuk olduğu için. O ise bunu hiç unutmamış ve yaşamı boyunca başkaları tarafından da kendisiyle dalga geçilmesine asla tahammül edememiş. Bir yandan da şunu düşünüyorsunuz (Janis Joplin ve Russell Brand için de aynısını düşündüm); acaba küçüklükten gelen bu tür dışlanmışlıklar, yalnız kalma hisleri olmasa ortaya böyle sıra dışı ve özel karakterler çıkar mıydı? Janis şarkı söyler miydi mesela, Kurt bir kaçış olarak gitar çalmaya odaklanır mıydı gençken, ya da Russell o içindeki muhteşem potansiyeli keşfedip dışarı çıkarabilir miydi? Her yerde göremeyeceğiniz ayrıntılara sahip bu film size Kurt Cobain'in ölümünü de sorgulama gereksinimi hissettiriyor. Ben de intihar olayına inanmayanlar grubundanım bu arada. 


(Filmde de gösterilen bu videoyu paylaşmadan edemeyeceğim. Kurt yine çok komik ve şeker burada. Ama ciddi bir acı var şarkının sözlerinde de. Beni çeken o oldu. Bilenler zaten biliyordur.)




    2.MA

         "Kim erdemli bir kadın bulabilir?" sorusu ile başlıyor Celia Rowlson Hall'un hem yönettiği hem de başrolünde oynadığı gerçeküstü(sürreal) bir film olan "MA". Celia, Meryem Ana görünümünde ilk başta. Bir adamla karşılaşıyor, sonra başkaları ile. Özünü yitirmiyor fakat hep hayal kırıklığına uğruyor. Çünkü aradığı aşk ve masumiyet yok aslında. En güvendiği adam bile kanıtlıyor ona bunu.



         
          Filmde bütün bunlar yalnızca hareketlerle anlatılıyor. Konuşma yok. Hem bu, hem de anlatımın doğrudan olmayışı, anlaması ve çözümlemesi zor hale getirmiş filmi. Daha fazla mücadele edemeyen ya da etmek istemeyen birkaç izleyici film bitmeden salondan çıktı hatta. Açıkçası ben de böyle bir filmle karşılaşacağımı beklemiyordum öncesinde; sürreale çok yakın değilim normalde ve aynı şekilde çaba harcadım sonuca ulaşabilmek ve filmde kullanılan simgeleri anlamlandırabilmek için. En azından salondan çıkmamayı başardım ama. Kendimi tebrik etmek istiyorum bundan dolayı :P Festival kapsamında bu tarz bir filmi de izlemiş ve zihnimi yormuş olmasam bir şeyler eksik kalırdı sanırım. Bu türden hoşlananlar izlesin. Sıkı bir sürreal çünkü MA.



Çocuklar gibi hiçbir şeyi dert etmeyenler, oyuncak bebeklerini oradan oraya dolaştıran, giydirip soyan ve büyük bir saygıyla anneciğin kilitlediği çekmecenin etrafında gezinen ve arzu ettikleri şeyi ele geçirip avurtlarını şişirerek yerken "daha!" diye bağıranlar mutludur.
     


27 Şubat 2016 Cumartesi


!f İSTANBUL İzlenimleri 2

           Pazar günü hayatımda bir şeyi ilk kez yaptım: üst üste üç film izledim. Tabii ki If'te. Filmler doğru seçildiği ve sürükleyici olduğu takdirde müthiş keyifli bir şey,onu gördüm. Festivallerde film kaçırmamak için de mecbur kalınıyor biraz ama iyi ki böyle oldu. Farklı bir deneyimdi. Dolayısıyla bugün bu üç filmden de kısa kısa bahsedeceğim.

1. Adımı Malala Koydu (He Named Me Malala)



         1800 yılında Afganlar, İngilizlere karşı savaşırken yenildiklerini düşünüp geri çekilmeye başlarlar. Malala adında bir kadın ise onlar kaçarken direnmeyi seçer ve onları da cesaretlendirmeye çalışır. Fakat düşman askerleri tarafından öldürülür. Yaptığı kahramanlık ise unutulmaz. Filmin ana karakteri olan genç kıza babası Malala adını ondan esinlenerek verir. Ve sanki o ruhu taşıyor gibi büyük bir cesarete sahip olur Malala Yousafzai. Kızların okula gitmesini,eğitim görmesini yasaklayan Taliban'a karşı çıkar. Konuşmalar yapar, demeçler verir televizyonda. Onu bu konuda destekleyen babasi yaşından dolayı zarar gormeyecegini  düşünse de Taliban tarafından oldurulmek istenir 15 yaşındaki bu kız çocuğu. Ölümden döner, kulağındaki duyma yetisini yitirir. Yüzünün sol tarafı felç kalir, ama o değişmez. Hatta daha güçlü çıkar bu savaştan. Mücadelesini korkusuzca, aldığı tehditlere rağmen sürdürür. Sonunda, 17 yaşındayken Nobel Barış Ödülünü almaya hak kazanır. 
           Film onu,ailesini,yaşadığı ülkeyi,toplumu,durumun ne kadar vahim olduğunu o kadar güzel anlatmış ki..Sanki birebir yaşıyorsunuz. Taliban'ın nefesini,silahını çok yakında hissediyorsunuz. Beğendiğim başka bir yan ise, bu acı şartlar ve olaylar anlatılırken acındırmaya gidilmemiş olması ve iç karartıcı görüntülerin fazla gösterilmemesi. Her şey çok dozunda ve olması gerektiği gibiydi. Her şeyden önemlisi, Malala'yı tanıttı bana. Beş üzerinden beş.

2. Janis: Hüzünlü Küçük Kız (Janis: Little Girl Blue)



         Ve işte hep merak ettiğim, genç yaşında efsane olmuş bir karakterin belgeselinde sıra: Janis Joplin. Filmin adından da tahmin edilebileceği gibi, hüzünlü biri o. Hayata çirkin olarak nitelendirilen bir genç kız olarak bir- sıfır geride başlıyor. Alay edilen, dışlanan bir kız. Ve kendini müzikte buluyor. Bütün o dışarıda bırakılmışlık ve yalnızlık hislerini sahnede unutmuş, bütün performansını ortaya koymuş, yeteneği ve sesiyle insanları büyülemiş, ama sahneden indiğinde o hüzünlü ve yalnız dünyasına geri dönmüş. Karşı cins ilişkilerinde de istediği mutluluğu yakalayamamış Janis. Bir şeyler hep ters gitmiş. Bunda hep sığındığı uyuşturucunun da etkisi olmuş tabii. Genç yaşında ölümü de iddiaya göre eroinden olmuş.
          Bu filmde Janis'i yaşadım sanki. Sesini hiç bu kadar dinlememiştim, sahnesini görmemiştim. Gülüşüne, yaptığı espriye şahit olmamıştım. Bu kadar tatlı, komik, zeki ve hayat dolu bir insan acı çekmemeliydi diye düşünüyorsunuz izleyince. Çok erken gitmiş diyorsunuz. İşte tüm bunları gösterebilmesi ve özel birinin yaşamını tüm netliği ve samimiyeti ile izleyici ile paylaşabildiği için başarılı bir belgesel. Müziğini göstermek için uzun zaman ayrılmasını da beğendim. Dediğim gibi, daha önce bu kadar dinleme şansım olmamıştı. Son olarak demek isterim ki, "seni çok iyi anladım Janis."

3. Serçeler (Sparrows)




          
            Serçeler, İzlanda'da yaşayan, annesi ve babası boşanmış Ari adlı bir gencin, annesinin sevgilisiyle başka ülkeleri dolaşmaya karar vermesiyle kendini babasının yanında bulmasını ve orada yaşadığı deneyimleri anlatan bir film. Duygular iyi yansıtılmış filmde. Örneğin çocuğun çaresiz hissettiği zamanlarda aradığı annesinin onu istememesi, babasının rahatlığı ve sorumsuzluğu, aynı yerde yaşayan ve çok sevdiği babaannesini kaybetmesi ve sonrasında yaşadığı tamamen eksik kalmış olma hissini görüp an be an hissedebiliyoruz. Yönetmen Runar Runarsson görüntü ile beraber duygu aktarımında da başarılı olmuş diyebiliriz. 
           Bu filmi görmek istememin öncelikli nedeni İzlandada geçiyor oluşuydu. Sonuç olarak, çok beğendiğimi ve etkilendiğimi söyleyemesem de, farklı bir çalışma görmek isteyenler izleyebilir.


***

Bu yazıyı bir Janis Joplin videosu ile bitirmek istiyorum. 1967 yılında grubu ile birlikte davet edildiği ve ünlenmesine çok katkısı olan Monterey Pop Festivali'nde kaydedilmiş olan bu videoda yine muhteşem bir performans var. İyi seyirler:)









" Dün zekiydim, dünyayı değiştirmek isterdim. Ama bugün akıllıyım, kendimi değiştiriyorum."
                                                                                                         Mevlana Celaleddin-i Rumi













23 Şubat 2016 Salı


!F İSTANBUL İzlenimleri 1



                                                 
              
            
             Geçen hafta sonu beş film izledim !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali'nde. Nasıl ihtiyacım varmış, nasıl iyi geldi anlatamam. Normalde festivalleri hep kaçırırdım ama bu sefer erken davranıp satışa çıktığı ilk günde aldım biletleri :) Sizlere de izlediğim bu filmleri kısaca anlatayım dedim. Her filmden önce yukarıda paylaştığım ve çok beğendiğim video gösteriliyor ve hiç gitmemiş olanlar için söyleyeyim, filmlerden sonra genelde az veya çok alkış oluyor. Bu da festivallere özgü bir durum. Kısacası seyircisi de, havası da başka oluyor festivalin. Bu yazımda cumartesi günü gördüğüm iki film hakkında bilgi vereceğim sadece. Diğerlerini de paylaşacağım ardından. 


1. Körlük Üzerine Notlar (Notes On Blindness)

    Öncelikle, izlediğim filmler biri hariç gerçek yaşam öyküleriydi. Bu da onlardan biri. Diğer örnekler belgesel tarzında olsa da, Körlük Üzerine Notlar daha farklı bir çalışma olmuş. Ana karakter olan İngiliz yazar ve akademisyen John Hull 40lı yaşlarının başında bir hastalığa yakalanır ve gözleri tamamen kör olur. İyileşemeyecek durumdadır ve bu, yeni yaşamına ayak uydurmasını gerektirir. Bir akademisyen olduğu ve üniversitede ders anlatması gerektiği için önce bunu artık nasıl yapabileceğini düşünmeye başlar. Okuması gereken kitaplar vardır ve bunları kendisi okuyamayacağı için başkalarına okutup kasetlere kaydettirmek aklına gelir. Bu durum başka bir fikir de verir kendisine: kendi yaşadıklarını kasete almak. Ve bunu körlüğünün başladığı 1983 yılından 1986'ya kadar üç yıl boyunca yapar. Amacı körlüğün nasıl bir his olduğundan ziyade, nelerin yok olmasına ve nelerden yoksun kalmaya neden olduğunu kaydetmek ve belki sonrasında bu bilgileri ihtiyacı olanlarla paylaşmak, araştırmalara katkı sağlamaktır. Bir nevi içini döktüğü günlükler olur ses kaydedicisi ve kasetler. Yalnızca kendi sesini değil, eşi ve çocuklarıyla geçirdiği zamanları, onlarla konuşmalarını da kaydeder. Ara sıra kızı da eğlenmek için ses kayıtları yapar. İşte filmde de oyuncular bu gerçek ses kayıtlarını kendileri konuşuyormuş gibi oynamışlar, karakterleri bu şekilde canlandırmışlar. Bana göre filmi sıra dışı yapan da bu. Tuhaf bir his veriyor izleyiciye. Oradasınız, o insanlarla birliktesiniz o evde sanki. Ve John Hull...Anlattıkları hiç bilmediğimiz pencereler açıyor körlük hakkında; şaşkınlık ve hüzünle donup kalıveriyorsunuz yerinizde. Örneğin görme yetisini sonradan kaybedenlerde görsel hafızanın yok olduğunu anlatıyor. Artık rüya göremediğini söylüyor mesela. Yüzlerin ve anıların silindiğinden söz ediyor körlüğün ileriki sürecinde. "Artık eşimin ve kızımın yüzlerinin neye benzediğini hatırlamakta zorlanıyorum" dediği bir yer var örneğin. Yıllar sonra doğduğu eve gittiğinde, içinde dolaştığında, duvarlarına dokunduğunda "hiçbir şey hatırlamıyorum" demesi hüzün verici. Önce "Bütün bunlar benim elimden neden alındı? Buna kimin hakkı vardı?" diyerek yaratıcıyı sorgulaması, sonrasında ise "bu aslında bana verilen bir nimet" diyerek kabule geçmesi de etkileyici. Tahammül etmekte zorlandığı zamanlarda ailesinin en büyük gücü olduğunu söylüyor filmin sonunda, onlarla her şeyin şekil ve özellik kazandığını. Yalnız olmadığını.
             
          Aydınlık ve renkli dünyadan karanlık dünyaya ani bir geçiş yapmanın yarattığı değişimlerin, içinde bulunulan karanlıkla birlikte çok iyi yansıtıldığını düşünüyorum bu filmde. Fikir edinmeniz için aynı, hatta bir kısmı filmde olmayan ses kayıtlarıyla yapılmış benzer bir canlandırmayı içeren bir video paylaşıyorum. Türkçe alt yazı yok ne yazık ki, yabancı bir paylaşım olduğu için.
         
                





2.Brand: Diriliş (Brand: A Second Coming)                
           
         Festival kataloğuna bakmadan önce hangi filmlere gitsem diye, Russell Brand'i daha tanımıyordum. Hiç duymamıştım adını. Bunda İngiliz olmasının etkisi olabilir :P Her neyse, biraz araştırma yaptıktan sonra kimdir nedir diye, karşımda deli bir karakter buldum ve tabii ki daha filmi görmeden yakın hissettim kendime. Ne de olsa bir miktar delilik bende de var, onun kadar olmasa da :) Sonuç olarak hemen görülecekler listesine ekledim. Şimdi gelelim filmin analizine.

        Öncelikle yine benim gibi kendisini yeni duymuş olanlar için söyleyeyim, kendisi bir komedyen. "Stand-up" dediğimiz türü icra ediyor ve özellikle İngiltere'de büyük bir hayran kitlesi var. Müthiş bir ışığa ve çekiciliğe sahip, star ışığı denen cinsten. O denli güçlü ki, sinema perdesinden bile yansıyor izleyiciye bu etki. Diğer özelliklerine gelirsek; aykırı, biraz narsist, çok zeki, komik, aşırı rahat, sosyalist, devrimci, sistem karşıtı, yenilikçi...Ha bir de, Katy Perry'nin eski kocası. Filmde bir bölümde onu da görebiliyoruz.

          Zor bir çocukluk dönemi geçiriyor Russell. Baba bırakıp gidiyor, ara sıra görmek dışında ilgilenmiyor onunla. Annesini çok seviyor, onunla büyüyor. Tabii bu durum onun yalnız hissetmesinin önüne geçemiyor. Derken seks ve uyuşturucu ile geçen gençlik dönemi, türlü çılgınlıklar, sansasyonel propagandalar, yaşadığı düşüş, daha sonra uyuşturucuyu bırakıp yeniden ayağa kalkması (film de adını bundan almış). Sonrasında ünlü oluşu, Amerikada bile birçok tv programına çıkması, Adam Sandler ile aynı filmde oynaması ama bütün bunlardan asla etkilenmemesi...Ün ve paranın gösterişine kapılmadan daha güçsüzü, daha fakiri dikkate almaya devam ederek kendini daha eşitlikçi, daha adil bir düzene adaması, bunun için savaşması. Bu yolda küçümsenmesi, bazı kesimler tarafından alay konusu olması, ciddiye alınmaması ama yine de vazgeçmemesi. Hatta birçok durumda onlara üstün gelmesi. Özetle bunları görüyoruz çok iyi kurgulanmış, izleyiciye ara sıra kahkaha da attıran bu filmde. İzlenmeli ve Russell Brand karakteri tanınmalı. Ben kendisini çok sevdim açıkçası:)

Not: Filmi bir avm sinemasında izledim ve salondan çıkar çıkmaz Russell Brand'in, filmin ortaya çıkmasında çok etkili olan "The Revolution" adlı kitabını aramak için aynı avm içindeki D&R'a gittim. Bulabileceğimden pek emin değildim ama çok şanslı olmalıyım ki oradaydı :) Yani bu tür büyük kitapçılarda bulma olasılığı var, ilgilenenler için.






 “Çok insan kafaları olmadığı için kafayı bozmuyor.”
            
           

14 Şubat 2016 Pazar

Sevgililer Günü


       
            Tekrar merhaba:) Aslında daha erken yazmayı planlıyordum ama okul açıldı, dersler başladı (bu arada bilmeyenler için, öğretmenim) derken anca zaman bulabildim. Bu iş biraz odaklanma gerektirdiği ve bir şeyi baştan savma yapmayı sevmediğim için de bekledim açıkçası. İyi de ettim sanırım ;)

          Eveet, konu başlığımız Sevgililer Günü çünkü bugün 14 Şubat..Bu tarihe önem verenler için kutlayalım öncelikle. Aslında bugün, Valentinus adındaki bir Hristiyan azizini anma günüymüş. Başka bir inanışa göre de, evlenmesi yasak olan askerleri evlendirdiği için hapse atılan Romalı Aziz Valentin'den geliyormuş Aziz Valentin Günü (Saint Valentine's Day) adı. Güne şimdiki anlam ve önemini verense Anglo-Amerikanlar olmuş; daha duygusal ve romantik bir hava katmışlar içine. Sonra gelsin güller, kalpler, sevgi mesajları vesaire..Yine yapmışlar yapacaklarını yani kapitalist arkadaşlar :) Neyse:P  Bana sorarsanız yılbaşı ve doğum gününe nasıl bakıyorsam bu güne de öyle bakıyorum, yani diğer günlerden farksız bir gün gibi. Sevgilim olmadığı için de olabilir tabii ama olsa yine çok takmazdım herhalde. Her ne kadar benim gibi düşünenler olsa da, düşünmeyen ve bu güne özel bir anlam yükleyenler de var, biliyorum. Herkese saygılıyız efendim ve yaşamında bir gönül yoldaşı olanlara günün anımsatması neticesinde, birlikte nice yıllar ve mutluluklar diliyoruz :)

               
              Her gün sevgi enerjisi ile dolu, onun verdiği ışıkla geçsin.     Kimse birbirini kırmasın, üzmesin, sevginin değerini bilsin ve onu harcamasın. Bu gün en azından bu noktalara değinilmesi açısından değerlendirilebilir diyor ve yazımı babamın bugün aynı tema üzerine yazdığı şiirle bitiriyorum. Sevgimle... :)





Ş


SEVENE HER GÜN

İSTER MEVLAYI SEV İSTER CANANI
İSTER DOĞAYI SEV İSTER VATANI
İSTER ÇİÇEKLERİ İSTER HAYVANI
SEVDİKÇE MUTLUDUR GÖNLÜMÜZ BİZİM

SEVGİSİZ YÜREKLER MUTLAK PASLANIR
İÇİNE KAPANIR RUHA YASLANIR
DÜNYASI SİSLENİR GÖZÜ PUSLANIR
SEVDİKÇE MUTLUDUR GÖNLÜMÜZ BİZİM

YETER Kİ SEVMEYİ BİLMELİ İNSAN
SEVERSE ANLAMLI COŞKULUDUR CAN
GÖNLÜNDE TÜTERSE SEVGİDEN VOLKAN
SEVDİKÇE MUTLUDUR GÖNLÜMÜZ BİZİM

SEVGİLİLER GÜNÜ SEVENE HER GÜN
EVİNDE MUTLUYSAN EN BÜYÜK DÜĞÜN
SEVGİNE VERDİĞİN DEĞERLE ÖVÜN
SEVDİKÇE MUTLUDUR GÖNLÜMÜZ BİZİM



SAKİN ÖNER



          
         

5 Şubat 2016 Cuma

Tip Box ile Savaşım


              Gittiğiniz lokantalarda, kafeteryalarda, ya da belki bir kuaförde kasanın yanına konulmuş, üzerinde "tip box" yazan kutulardan görmüşsünüzdür, görmeye de devam ediyorsunuzdur mutlaka. "Tip" İngilizcede bahşiş demek, "box" ise kutu. Yani bu sözcük ikilisinin Türkçe karşılığı "bahşiş kutusu" ve dolayısıyla kutular da bahşiş toplamak için. Peki acaba hiç düşündünüz mü, ana dili Türkçe olan Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde neden bir şeyin Türkçe adı kullanılmaz da, yabancı bir dildeki kullanımı tercih edilir? 
            Tahmin ediyorum, birçok kişinin aklına bile gelmiyordur bu soru. Çünkü öyle çok ki bu tür İngilizce kullanımlar, algı alanımızın dışındalar artık. Fark etmiyoruz, çünkü sıradanlaştılar. Rahatsız olmuyoruz, çünkü "normalleştiler". Bazı insanlar ise böyle bir sorunun sorulmasını garipseyebiliyorlar bile. Şahsen bu konunun peşine düştüğüm ve azimle savaşa devam ettiğim için, nerede bu kutulardan görsem kasadaki görevli ile aramda şöyle kısa bir konuşma geçiyor (A benim,K de kasadaki çalışan): 

A: Bir şey sorabilir miyim? Bu kutu ne için?
K: Bahşiş için.
A: Peki neden tip box yazıyor üstünde?
K: (Şaşkınlık ifadesi, ne diyeceğini bilememe, belki durumun farkına varmaktan kaynaklanan bir sessizlik, bazen de "tip bahşiş demek" gibi bir yanıt) 
A: Türkiye'deyiz ve müşterilerinizin çoğu sanırım Türk. Öyleyse niye İngilizce yazmaya gerek duyuyorsunuz ki?
K: Eee...haklısınız (ve benzeri ifadeler).
A: Umarım bir dahaki gelişimde burada bir "bahşiş kutusu" görürüm ;)
K: :) Umarım.

              Bu noktada farklı görüşler de gelmiyor değil tabii. Örneğin yabancı müşterilere de hitap edebilmek için öyle yazıldığını söyleyenler oluyor. Pekala. Olabilir. O zaman Türkçe'sini de yazın. Her ikisi de olsun. Örnek: aşağıdaki fotoğraf (Yalova-Yenikapı hızlı feribotu içerisindeki Caffe Nero önünde görüp çekmiştim).



             Hem belki İngilizce bilmiyor Türk müşteriniz, ama siz de bahşiş bekliyorsunuz kendisinden. Oysa tahmin edemeyebilir o kutunun bahşiş için olduğunu. Şöyle söyleyeyim, bir kez gittiğim yakınımdaki lahmacuncuda bile "tip box" vardı ki müşteri kitlesinin yüzde biri yabancıdır olsa olsa. Şimdi bu mekanda o kutu dolmuyorsa kimseyi suçlamasınlar. Kimseden de öngörü sahibi olmasını beklemesinler bir zahmet. Bir de "Türkçe yazarsak basit olur, gülünç olur" tarzı görüşler mevcut. Merak ediyorum, ne zamandan beri dilimiz basit ve gülünç olarak algılanıyor? Aslında yapılması çok doğru olan bir eylem ne zamandan beri yanlışmış gibi düşünülüyor? Konunun derinine indiğimizde durumun acılığını daha iyi görebiliyoruz sanırım. Sorduğum sorularla uyanış yaşayan birçok kişi gördüm. Öylesine sıradanlaşmış ki, algılar kapanmış. Anca birinin parmağını şıklatmasıyla açılıyor zihnin gözleri. Bazı uykular daha derin olduğu için uyanmalar da gecikebiliyor tabii.


                            Bu da bir arada kalmışlık örneği olsa gerek :)
               
                Oktay Sinanoğlu "Bye Bye Türkçe" diye bir kitap yazmıştı yıllar önce. Bu konuya değiniyor kitapta. Dilimizin nasıl yavaş yavaş sindirildiğinden, İngilizcenin nasıl kendi dilimiz gibi her yerde kullanıldığından söz ediyor. Çevremize bakarsak buna birçok örnek görebiliriz. Türkçe yerine birçok yerde yabancı dil kullanılıyor. Mağaza tabelalarında, reklam panolarında. Dergi, kitap adında. Giysimizin markasında. Asıl konu, orada yalnızca iki önemsiz İngilizce sözcük mü gördüğümüz, yoksa daha daha büyük bir tehlike mi var arkasında?




Haklı olanı güçlü kılamadığımız için güçlü olanı haklı kılıyoruz.
SerenadZülfü Livaneli


                            Sevgiler :)
                                                                              Ayça Öner







3 Şubat 2016 Çarşamba

İlk Yazı

                 
                 Selamlar,sevgiler herkese.


                 Uzun zamandır yapmak isteyip bir türlü adım atamadığım bir şeyi, yani blog oluşturma eylemini gerçekleştirmiş olmaktan dolayı son derece mutlu olduğumu belirteyim öncelikle. "Neden mutlu olur ki insan?" gibi bir soru aklınıza gelebilir. Şöyle ki, özellikle yazma sevgisine sahip biriyseniz, yazmamak size eksiklik hissettirebiliyor. Öncelikle bu eksiği kapatmış oluyorsunuz yazarak. İşin içinde yazılanları başkaları ile paylaşmak, fikir alışverişi yapmak da olunca, ayrı bir keyif alınıyor yapılan işten. Şu anda da onu hissediyorum. 


                 Bu ilk yazımda sadece merhaba demek istedim. İlerleyen günlerde umuyorum ki güzel şeyler paylaşacağım sizlerle. Zaman zaman eleştiri yapmayı da düşünüyorum. Eleştiri gelişimi ve farkında olmayı sağlıyor. Bu tür ortamlarda da bazı konuları gündeme getirmek ve tartışmaya açmak yararlı olabilir görüşündeyim.

                 Sonuç olarak,umarım yazılarımı keyif alarak okursunuz. Ya da sadece "okursunuz", o da yeter :) 

                 Bu arada her yazımın sonuna önemli birine ait bir alıntı eklemeyi düşünüyorum. İlk olarak büyük düşünür Schopenhauer ile başlayalım: 


"İnsan sadece yalnız olabildiği sürece, bütünüyle kendisi olur: Demek ki, yalnızlığı sevmeyen özgürlüğü de sevmez; çünkü insan ancak yalnız olduğunda özgürdür."